Feodal Toplum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Feodal Toplum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ekim 2014 Cuma

6. FEODAL TOPLUMLARIN İDEOLOJİSİ VE UYGARLIĞI

DİNİN VE KİLİSENİN ROLÜ

Emekçi yığınlar üzerindeki egemenliğini sağlamlaştırmak için, feodal senyörler sınıfı, iktisadî sömürü ve siyasal köleleştirme ile yetinmiyordu. İdeolojik etki, en iyi silahlarından biriydi. Ve feodal toplumun ideolojisinde kesin rol, dine ve kiliseye düşüyordu. Yeryüzünde çekilen acıların ödülü olarak göklerde mutluluk vaatleriyle kilise, halk yığınlarını, senyörlere karşı savaşımdan saptırıyor, halka, bilinçli olarak yumuşakbaşlılığı ve boyuneğmeyi aşılıyordu. Bütün manevî yaşamın dinden esinlendiği bu çağda, kilise, yürürlükte olan toplumsal düzeni, emekçilerin, köylülerin ve zanaatçıların aşırı sömürülmesini kendi saygınlığı ile güven altına alıyordu. 

Ortaçağın bütün uygarlığı, dinin ve kilisenin derin damgasını taşıyordu. 

KATOLİK KİLİSESİ

Katoliklik, feodal toplumun bağrında dinin ve kilisenin rolünün klasik bir örneğini verir. Bilindiği gibi, hıristiyanlık, Roma imparatorları zamanında köle sahiplerinin resmî dini olmuştu. Ortaçağda iktidardaki sınıf, hıristiyan kilisesini kendi ideolojik kalesi yapmıştı. 11. yüzyılda, Doğu Kilisesi ile Batı Kilisesinin kesin olarak birbirlerinden kopmasından sonra, katoliklik, bütün Avrupa'da, feodalitenin ideolojik temeli oldu. 

Katolik Kilisesi, yapılarına varıncaya değin, feodalitenin hiyerarşisini yineliyordu. Başında, papa ve papalığın hükümet örgütü bulunuyordu. Ondan sonra, kardinaller, evekler, abbeler vb. geliyordu. Bu merdivenin en alt basamağında ruhanî bölgelerin papazları bulunuyordu. 

Kilisenin kendisi, en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Böylece Pariste'ki Notre-Dame Ve Hollanda'daki Saint Trond Abbeliği, Avrupa'nın en geniş yurtlukları arasında sayılıyordu. Bunlar içinde çiftlikler, bağlar, ormanlar, otlaklıklar, sayısız haralar, pek büyük sürüler vardı. Kilise prensleri, bundan başka, aşar, yani her köylünün gelirinin onda-birini de alıyorlardı. 

Köylülerin ve zanaatçıların aşırı sömürüsü, kilisenin zenginliğinin kaynağı oldu. 

MANEVİ YAŞAMDA KİLİSENİN TEKELİ

Yukarı-ortaçağın ve ilerlemiş feodalitenin Batı uygarlığı, kilise düşünüşünün, özellikle bunun katolik biçiminin etkisine girmişti. 

Katolik tanrıbilimi, antikçağ felsefesinden uzaklaşmıştı. Eskiden felsefeye sıkıca bağlı olan matematik ve doğa bilimleri kayboldu. Edebiyat "Azizlerin Yaşamları"na, tarih, keşişlerin günlük notlarına indirgendi. Şiir, müzik, tüm plastik sanatlar, kilisenin hizmetinde görev aldı. Okullar, eğitim, rahipler sınıfının tekelindeydi. 

Bu kültür tekelini, kilise öyle durup dururken elde etmedi, bir yandan feodal soylularla, öte yandan da özgür düşünce yanlıları, halk yığınları ile çetin bir savaşımın sonunda kazandı. Katolik Kilisesi (geri kalan bütün öteki kiliseler gibi) halkın yaratıcı esinlerini en açık biçimde yansıtan mezhep sapkınlıklarından korkunç bir biçimde öç alıyordu. 

MÜSLÜMAN DİNİ

İslâmiyet, feodalite çağında, en yaygın dinlerden biri oldu. Arabistan'da feodal imparatorluk, müslümanların dinsel topluluğundan (cemaatinden) başlayarak kuruldu. İslâmiyet, Araplar tarafından ele geçirilen bütün topraklarda ortaçağ toplumunun ideolojik yapısının dışında oluştu. Daha sonra, Asya ve Afrika ülkelerinde, kısmen de Avrupa ülkelerinde, geniş bir biçimde yayıldı. Müslüman öğretisi, Arapçadaki, bağışlama, ferağ, tevekkül ve sadıklar (müminler) anlamlarına gelen "İslâm" ve "müslümanlar" (müslim) sözcüklerine değin, yürürlükte olan sömürü ve köleleştirme rejimini onaylıyordu. 

Müslümanların kutsal kitabı Kuran, servet eşitsizliğini, Allah tarafından konulmuş ve bu yüzden de değişmez bir kural olarak ele alır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi, islâmiyet de, yoksullara, yeryüzündeki acılarının ve sefaletlerinin avuncunu öteki dünyada aramayı öğütler. 

BUDİZM

Yayılması ve etkisi bakımından budizmin de, dünya dinlerinden sayılmaya hakkı vardır. "Budizm", söylenceye göre, kurucusu olan Buda'nın adından gelmektedir. 

Brahmanizmin bazı tezlerinden başlayarak eski Hindistan'da gelişmiş olan budizm, başlangıçta, köle sahipleri sınıfının resmî dini oldu. 

Ortaçağda, hindu dini, zamanla budizmi Hindistan'dan kovdu, ama budizm, bu kez komşu ülkelerde yeni müminler buldu. Çin'de, MS 1. yüzyılda yayılmaya başladı ve 4. ve 7. yüzyıllar arasında doruğuna vardı. Daha sonra, Çin'de, konfüçyüs dini, egemen din oluyor; ama konfüçyüs dini, hiçbir zaman, budizmi tümüyle ortadan kaldıramadı. Budizm, Çin'den Kore'ye, Japonya'ya, Siyam'a, Birmanya'ya, eski Kamboçya'ya, Hindi-Çin yarımadasının öteki ülkelerine, Seyland'a, Nepal'e, Moğolistan'a yayıldı. 

Buda dininin ideolojisine göre, görünür dünya, bir yanılsamadan, ahiret mutluluğunun yeri ya da nirvâna olan mistik bir ruhsal ilkenin yanıltıcı gösterisinden başka bir şey değildir. Bu ilke, öteki dinlerde Tanrı ile kişileştirilen kavramlara uygun düşer. Yaşam yalnızca acılardır, tek kurtuluş nirvânayı aramaktır. Daha sonra, buda öğretisi de, cennet-cehennem kavramlarını kabul etti; bu da, buda dinini geniş yığınlarca daha kolay kabul edilir hale getirdi ve, aynı zamanda onun, feodal senyörler sınıfının resmî dini, toplumsal eşitsizlikleri haklı göstermek için getirilmiş bir din olma görevlerini güçlendirdi. 

ANTİ-FEODAL İDEOLOJİNİN İLERLEMESİ

İdealist ve dinsel öğretilerin (Avrupa'da hıristiyanlık, Asya ve Afrika'da müslümanlık ve budizm vb.) ideolojik egemenliği, karşıt akımların varlığını ortadan kaldıramıyordu. 

Baskılara ve kovuşturmalara karşın, ortaçağ toplumunun ilerici öğeleri, materyalist fikirleri kullanıp yararlanmaya çalışıyorlardı. Tıpkı antikçağda olduğu gibi, feodalite de, felsefeler arasında amansız bir savaşım dönemi oldu. 

Katolik tanrıbilimciler (Thomas d'Aguin ve başkaları), en başta antikçağın bazı idealist filozoflarına ve anlamını bozdukları Aristoteles öğretisine dayanarak ortaçağın dinsel anlayışlarını hazırladılar. Arap düşünürleri ise, antikçağın materyalist anlayışlarını, özellikle Aristoteles'in materyalist öğelerini ortaçağ anlayışlarına sokmaya yardım ettiler. Bu düşünürler arasında, en başta İbn-i Sina'yı (Avicenne) ve İbn-i Rüşd'ü (Averroes) belirtmek gerekir. İbn-i Rüşd'ün görüşleri, Demokritos'un görüşüne çok yakındı. İbn-i Rüşd, maddede bir nesnel gerçeklik ve atomlarda ise maddî parçacıklar(partküller) görüyordu. Her bireye özgü olan "ölümlü can"ın yanında, bilince ulaşma anında can (nefs-i ruh) ile birleşip kaynaşan bir evrensel akıl kabul ediyordu. İnsanların toplumsal durumlarından bağımsız olarak entelektüel eşitlikleri konusundaki demokratik tez, İbn-i Rüşd'ün görüşleri arasında seçkin bir yer tutuyordu. 

İbn-i Rüşd'ün fikirleri, onları kendi kıtalarına özgü toplumsal ve ekonomik koşullara ve orada yerleşmiş olan materyalist geleneklere uygulayan Batı Avrupa'nın öncü düşünürleri tarafından kullanıldı. Materyalist fikirler, ilerici öğelerin iktidardaki feodaller sınıfına karşı savaşımında çok yararlı bir silah oldu. 

Fransa'da, Siger de Brabant, materyalist anlayışın önde gelenlerinden biri oldu. O, Latin averroizminin (Ibn-i Rüşdcülüğünün) kurucusu oldu ve anti-feodal ideolojinin teorik temelini yarattı. Siger de Brabant'ın öğretisi, Boèce de Dacie'nin çalışmaları ile desteklendi. 

Ortaçağ materyalizminin ilk ifadesi, adcılık denen, 13. yüzyılda cisimleşen idealist akım oldu. Bu akımın yandaşları (özellikle İngiliz filozofları Duns Scot ve Guillaume d'Occam) dünyanın maddî niteliğini tanıyorlar, doğada her şeyin ilkesini, bilince göre ilk veriyi görüyorlardı. Evrenin tanınabilir olduğunu da benimsiyorlardı. Bununla birlikte onların materyalizmi diyalektik değil, mekanikçi idi. Daha sonra, (13. yüzyılın sonundan 15. yüzyıla kadar) adcı felsefede idealist öğelerin güçlendiği görüldü. 

MEZHEP SAPKINLIKLARI

Anti-feodal muhalefet, varlıklı burjuvaziye olduğu kadar köylülere ve yoksul kentlilere de dayanıyordu. Dine ve hüküm sürmekte olan kiliseye karşı savaşıma sıkı bir biçimde bağlıydı. 

Öyleyse, burjuva mezhep sapkınlıklarından ve köylü mezhep sapkınlıklarından sözedilebilir. Sınıf savaşımının ideolojik bir biçimini oluşturan mezhep sapkınlıkları, sık sık feodal iktidara karşı silahlı ayaklanmalarla birleşiyordu. Bazan, kentli ve köylü muhalefeti, resmî dine düşman olan mistik öğretilerde ifadesini buluyordu. 

İdealizme ve dine karşı bu savaşım, materyalizmin ve modern tanrıtanımazlığın ortaya çıkışını hazırladı.

7. HALK YIĞINLARININ ANTİ-FEODAL SAVAŞIMI

ANTİ FEODAL SAVAŞIMIN İKTİSADİ TEMELİ

Feodal sömürü, köylülerin ve zanaatçıların sert direnmesinin nedeni oluyordu. Emekçi yığınların feodallere karşı yürüttükleri sınıf savaşımının kökeninde, küçük işletmenin iktisadî bağımsızlığı ile üreticinin emeğinin bir bölümünü vermek zorunda olduğu feodal senyör karşısındaki ekonomi-dışı bağımlılığı arasındaki çelişki vardır. 

Bu savaşımın biçimleri, tarihsel somut koşullara: üretici güçlerin düzeyine, üretim ilişkilerinin biçimlerine, siyasal kurumların niteliklerine bağlı bulunuyordu. 

Feodal toplumun geçtiği üç dönem boyunca, yığınların (en başta da köylülerin) sömürücülere karşı savaşımının nedenleri, amaçları ve biçimleri değişmiştir. Elbette ki, her yanda angaryalardan, ve senyörlere karşı öteki yükümlülüklerden kurtulmak isteği vardı, ama, ancak feodalitenin toplumsal bir biçimlenme olarak dağılıp parçalanması sırasındadır ki, emekçilerin sınıf savaşımı, düzenin temellerini yıkabildi. Feodal üretim ilişkileri, hâlâ, üretici güçlerin ilerlemesine elverişli olmakta devam ediyorlardı. Yukarda söylediğimiz gibi, yukarı-ortaçağda köylülerin savaşımı, kölelik düzenine karşı yöneltilmişti. Kentlerin ortaya çıkışı ve meta-para ilişkilerinin ileri atılımı ile ayırdedilen feodalitenin ikinci aşaması, özellikle zorlu fırtınalarla kendini gösterdi. Avrupa'da kentler, kendi kendilerini yönetme hakkını, angarya ve haraçları azaltma ve düzenleme hakkını elde etmek için senyörlerine karşı, amansızca savaşıyorlardı. Biraz sonra, kentlerin kendi bağrında, üst tabakalarla, kendileri de kent belediyesinin yönetimine katılmak isteyen zanaatçı loncaları arasında ve ensonu, bir yanda zengin kentlilerle zanaat ustaları, öte yanda kalfalar ve çıraklar olmak üzere, bunlar arasında savaşım başladı; bu sonuncuları, halkın en yoksul tabakaları da destekliyordu. 

HALK AYAKLANMALARININ ROLÜ

Köylülerin sınıf savaşımı, çoğu zaman yoksul kentliler tarafından destekleniyordu. Bu gibi durumlarda, toplumsal çelişkiler büsbütün alevleniyordu. 13. ve 14. yüzyılda, köylü ve yoksul kentli ayaklanmaları dalgası hemen hemen bütün Avrupa'yı kapladı. "Küçük Çobanlar" isyanı denen 1251 isyanını; Hollanda'nın güneyindeki ve Fransa'daki 1320 halk hareketini; 1305 ve 1307 yılları arasında İtalya'yı sarsan ve Dolcino tarafından yönetilen hareketi; Fransa'da, 1357 ve 1358'in Etienne Marcel ve Jacqueire ayaklanmasını; İngiltere'de, 1381'de, Wat Tyler isyanını; Bohemya'da 15. yüzyılın başında Hussite'ler (hüsçüler) devrimci hareketlerini belirtmek gerekir. 

Büyük halk ayaklanmaları, Asya'da, açılıp gelişmiş feodalite çağını belirledi. Bağdat Halifeliğinde, 8. ve 9. yüzyıllarda halk ayaklanmalarından; Delhi'de (Kuzey Hindistan) 14. yüzyılın başında, Hacı Molla yönetimindeki yoksulların başkaldırmasından; Çin'de 9. yüzyılda köylü savaşından ve 14. yüzyılda "Kırmızı Mendiller hareketinden; Kore'de, 1233'teki ve 15. "yüzyılın ikinci yarısındaki başkaldırmalardan sözedilmektedir. 15-16. yüzyıllarda Japonya'da isyanlar oldu, vb.. 

Bu halk hareketlerinin herbirinin kendi özellikleri vardı. 1320 halk hareketi ve Jacquerie ayaklanması, meta-para ilişkilerinin hızlı gelişmesi sırasında artan sömürüye karşı, yığınların yanıtı oldu. 1320 hareketi, özellikle Yahudi tefecilere yönelmişti. Jacquerie ayaklanması, aslında, köylülerin yığınsal yoksullaşmasına neden olan Yüzyıl Savaşlarının sonucuydu. Jacquerie ayaklanmasına katılanların bir tek "program"ları vardı: bütün feodal senyörlerin varlığını ortadan kaldırmak. Feodal topraklara saldırıyorlar, köylü angarya listelerini yakıyorlardı. 

Wat Tyler isyanı, tersine, iki program ileri sürüyordu. Bunlardan biri, köylülerin kişisel bağımlılığının kaldırılmasını, angaryanın yerine bir küçük çiftlik kirasının konmasını vb. istiyordu. Öteki program, daha devrimci oldu. Bu programın yandaşları, yalnız kişisel bağımlılığın kaldırılmasını değil, senyörlerin kendi topraklarına ekledikleri komünal toprakların geri verilmesini, kilise topraklarının köylülere verilmesini ve çeşitli toplumsal tabakaların hukuksal bakımdan eşit olmasını istiyorlardı. 

Ortaçağ Avrupa tarihinin en büyük anti-feodal hareketi olan hüsçülerin {hüssites) savaşları, bir köylü savaşımının, bir ulusal kurtuluş hareketinin ve bir ruhban zümresine karşı savaşımın öğelerini içinde topluyordu. Hareket, adını, dikkate değer Çek yurttaşı, halk kurtuluşunun savunucusu Jean Huss'ten aldı. Katolik kilisesine karşı, büyük laik senyörlere karşı, Alman imparatoruna karşı savaşıma girişen, o çağ Çek toplumunun çeşitli sınıf ve tabakalarının -yoksul köylü ve kentliler, varlıklı köylü ve kentliler ve küçük soyluların- herbiri, kendilerine göre istemlerini sıraladılar. 

Hüsçülerin savaşları, Avrupa'nın birçok ülkelerinde, devrimci hareketin gelişmesine katkıda bulundu. 

Çin'deki "Kırmızı Mendiller" isyanı da, yabancı boyunduruğuna karşı savaşıma bağlandı. Hareketin sloganları monarşikti: isyancılar zaferi kazandıktan sonra, imparatorluk iktidarını kurdular. Dinsel ideolojinin etkisi de büyük oldu. 

Dinsel sloganlar, Japon köylülerinin ayaklanması sırasında da kullanıldı. Bu isyanlar, köylülerin durumunun kötüleşmesinin, derebeylik haraçlarının artmasının, tefecilere olan borçların büyümesinin sonucuydu. 

Bağdat Halifeliğinde, ayaklanmalar, köleliğin dertlerini gözetiyordu. 8. yüzyılın sonunda Gurgan'da büyük bir köylü hareketi kendini gösterdi. Orada, belki de tarihte ilk kez, emekçi yığınlar, isyanın amblemi olarak kırmızı bir bayrak kullandılar. Harekete katılanlar "Kızıl Bayraklılar" ("Sourkh Alem") adım taşıyordu. 9. yüzyılın birinci yarısında, basında Babek olmak üzere köylü savaşı patlak verdi; Babek isyanı, bu ülkelerdeki en büyük halk isyanı oldu; Azerbaycan'a ve KuzeyBatı İran'a yayıldı. 

Emekçilerin kötü yazgılarının düzelmesini amaçlayan köylü savaşları, feodal toplumun üretici güçlerinin ilerlemesine katkıda bulundu. Öyleyse bu savaşların önemi, devrimci ve, nesnel olarak da, ilerlemenin etkeni olmasındaydı. Köylülerin dilekleri, genel olarak, feodal angaryadan kurtulmak ve işledikleri topraklara sahip olmak isteğinden ileri gitmiyordu. 

Bazı ayaklanmalarda, bütün haraç ve angaryaların kaldırılması isteminde bulunmaya cesaret bile edemiyorlar, onların azaltılmasını istiyorlardı. İstemleri az olursa, egemen sınıflardan ödünler koparabileceklerini bile düşünüyorlardı. 

İsyancıların örgütten yoksun oluşları gibi, köylü çalışmasının özel koşullarının gerekli sonucu olan dağınıklıkları gibi, deneyimli önderlerin bulunmayışı ve köylülerin bilgisizliği de bütün bu isyanları yenilgiye götürdü. 

HALK YIĞINLARI SAVAŞIMIMIN RUHBAN ZÜMRESİNE KARŞI OLMA NİTELİĞİ

İnsanların manevî yaşamının en çok dinsel imgeler ve gösterilerle belirlenmiş olduğu ortaçağda, kilisenin genel etki ve nüfuzundan dolayı halk yığınlarının savaşımı, sık sık rahipler zümresine karşı bir nitelik alıyordu. Bunun içindir ki, onların toplumsal protestoları, (çok çeşitli görünüşler altında) bir mezhep sapkınlığının çizgilerini, yani egemen toplumsal düzenin bir eleştirisi niteliğini alıyordu. Bu protesto, otoritesiyle yürürlükteki düzeni onaylayan resmî kiliseye karşı savaşımla sonuçlanıyordu. Emekçiler çoğu kez dinden esinlendikleri imgelerden yararlanıyorlardı. 

Mezhep sapkınlığı, çeşitli biçimlere bürünüyordu. Emekçiler, resmî ayin yöntemlerine, bellibaşlı dinsel dogmalara, çok büyük bir feodal mülk sahibi olarak kilisenin kendisine, rahipler zümresine, keşişlere, egemen sınıfın temsilcilerine karşı olduğu gibi, kilise yararına olan yükümlülüklere de karşı koyuyorlardı. 

Her dinsel sapışın üstü örtülü toplumsal ve iktisadî nedenleri vardı. Bu hareketlerin niteliği, şu ya da bu ülkenin iktisadî düzeyinden, sınıf güçleri oranından ileri geliyordu. Ama mezheplerinden sapanların dinsel fikirleri, kendi kendilerine ortaya çıkıvermiyordu, Onların daha önceki anlayışlarının evrimini yansıtıyordu. Bununla birlikte, bu fikirler ilişkilerinin, yani insanlar arasındaki iktisadî ve toplumsal ilişkilerin değişmesi ile birlikte evrim gösteriyorlardı. 

Avrupa'da, mezhep sapkınlığı biçiminde kendini gösteren halk hareketleri, katolikliği hedef tuttu. Halk yığınlarının, en başta köylülerin, artan sömürüye karşı protestoları, bu gibi hareketlerin en niteleyici olanlarından birinin, "Küçük Çobanlar" isyanının hareket noktası oldu. müslümanlar tarafından tutsak edilmiş olan Fransa Kralı Louis IX'a yardıma gelen bir yoksullar haçlı ordusu, bu harekete neden oldu. Bu harekete katılanlar, kendilerine, Tanrının Küçük Çobanları adını vermişlerdi ve hareketin adı buradan geliyordu. Ama ayaklanma, kent nüfusunun radikal çevreleri tarafından yönetildikçe genişliyor, isyancıların gerçek amaçları billurlaşıyordu. Kayıtlara göre, "Küçük Çobanlar", ütopik bir işe giriştiler: "Her şeyden önce ruhban zümresinin, sonra keşişlerin kökünü kazımak, ensonu şövalyelerin ve soyluların hakkından gelmek." Hareket, zalimlere karşı olan halkın, ruhban zümresine ve katolikliğe karşı bir isyanı haline dönüştü. Katolik kilisesine karşı savaşım içinde, tanrıtanımaz anlayışlar doğuyordu. Ama o çağda yığınlar, henüz, genel anlamıyla dine karşı müdahalede bulunamazlardı. Bunun içindir ki, "Küçük Çobanlar", katolik kilisesinin yerine, yoksulların artık sömürüye boyun eğmeyecekleri başka bir örgüt koymak istiyorlardı. İsyancıların katolik tören ve ayinlerini reddetmeleri buradan geliyordu. 

Küçük Çobanların dinsel fikirleri, isyanın en yüksek aşamasında yoksul köylü ve kentlilerin çıkarlarını dile getiren bir tür mezhep sapmasıydı. Bu bakımdan, "Küçük Çobanlar" hareketinde egemen, hatta kesin rol, kentli nüfusun varlıklı tabakalarında görülen diğer bazı mezhep değiştirme hareketlerinden farklıydı. 

Birkaç ay içinde, "Küçük Çobanlar" hareketi, yenilgiye uğradı. Yenilginin nedenleri, ortaçağdaki halk isyanlarının yenilgi nedenlerinin aynısı oldu. 

Yığınların katolik kilisesinin egemenliğine karşı savaşımı, hüsçüler hareketini de nitelendiriyordu. Huss, kiliseye ait topraklara elkonmasına, bilisiz, zevk ve eğlenceye düşkün açgözlü kişileri ruhban zümresi saflarından kovmaya, ve böylece yeniden "gerçek hıristiyan kilisesi"ni yaratmaya çağrıda bulunuyordu. "Köpeklerin önünden kemiği al, boğuşmayı bırakacaklardır; kilisenin malını elinden al, kiliseden yana olan bir tek papaz bulamayacaksın" diyordu. 

Demek ki Huss, kendisi de, genel anlamıyla, kilisenin egemenliğine karşı çıkmıyordu, yalnızca katolikliğin etkisini sınırlandırmak ve ulusal bir Çek kilisesi yaratmak istiyordu. 

Çevresinde askerî kamplarını kurmuş oldukları Tabor kentinin taboritleri, hüsçüler kampının radikal kanadının temsilcileri, katolikliğe karşı istemlerinde daha ileri gittiler. Taboritler, katolik mezhebine bağlı bütün manastırların, kutsal emanetlerin, heykellerin vb. hemen yokedilmesini öneriyorlardı. 

En devrimci taboritler (yoksul köylü ve kentlilerin temsilcileri), kiliastik (chiliastique) fikirleri yayanlar, feodal sistemin kalkmasını istiyorlardı. Dileklerinin ütopik niteliğinin bilincinde olmaksızın, yeryüzünde, "Tanrının bin yıllık hükümranlığını" kurmak istiyorlardı, (Yunanca "khilias" sözcüğü "bin" anlamına gelir.) 

Kiliastik fikirler, sömürüyü kaldırmak isteyen halk yığınlarının düşlerini, onların sınıfsız bir topluma karşı duydukları açık seçik olmayan istemlerini yansıtıyordu. Katolik kilisesi yerine, apostolik (havarice, papalıktan gelme) denen ruhbanlarla laikler arasındaki ayrılıkların silineceği demokratik yeni bir kilise koymanın düşünü kuruyorlardı. Demek ki, devrimci fikirlerine karşın, kiliastlar, dinsel kadrolardan bütün bütüne vazgeçmiyorlardı. 

En radikal kiliastların anlayışlarında tanrıtanımazlık fikirleri belirmeye başladı; ama tutarsız bir biçimde. Örneğin. tanrının da şeytanın da var olmadığını öğretiyorlar, ama tanrının iyilerin ve doğruların yüreğinde, şeytanın ise kötülerin yüreğinde oturduğunu ekliyorlardı. 

Her ne kadar hüsçüler hareketi bastırıldıysa da, bu hareketin, Batı Avrupa'da katolik kilisesinin etkisinin zayıflamasında payı büyük oldu. 

Rusya'da da halk yığınları sık sık egemen ortodoks kilisesine karşı savaşıma girişerek, feodal sömürüye karşı ayaklanıyorlardı. 

14. ve 17. yüzyıllar arasında birçok kent ve kır emekçilerinin, ruhban zümresine karşı harekete geçin görülmektedir. 14. yüzyılın 50-70 yıllarında, Novgorod ve Psikov'daki strigolniklerin ayaklanması, en tanınmış halk mezhep sapkınlığı hareketlerinden biri oldu. Adını, yöneticilerinden biri olan Karp adlı strigolnikten (berberden) alan bu hareket, büyük tacirlerin, feodal ve laik senyörlerin artan baskısı karşısında, kentli zanaatçıların hoşnutsuzluğundan ileri geldi. Strigolnikler, rahipler zümresinin açgözlülüğüne, kiliseni toprak servetlerini ve başka servetleri artırıp yığmasına, özgür insanların köleleştirilmesine karşı savaşıyorlardı. Harekete katılanlar dine karşı savaşmadılar; kendi öz güçleri ile "incil'i yaymaya" çalışıyorlar ve bu amaç için halkın öncülerini" (maîtres) seçiyorlardı. 

Egemen sınıf, strigolnikler hareketini acımasızca basındı. Önderleri, kâtip Nikita ve strigolnik Karp idam edildiler. Ama bu mezhep sapkınlığı, kesin olarak, ancak 15. yüzyılın ilk yarısında bastırıldı. 

Hüküm sürmekte olan kiliseye karşı savaşım, Asya'da ve Kuzey Afrika'da patlak veren birçok anti-feodal halk hareketlerinin de ayırdedici özelliği oldu. 

MEZHEP SAPKINLIĞI NİTELİĞİ TAŞIYAN HALK HAREKETLERİNİN ROLÜ

Bu ayaklanmalar, feodal sömürüye karşı, otoritesi ile feodal devletleri destekleyen resmi kiliseye karşı savaşımda önemli bir rol oynadılar. Bu mezhep sapkınlıklarının yayılması, inançsızlığın gelişmesine ve tanrıtanımaz anlayış tohumlarının ortaya çıkmasına yardım etti. Bu mezhep sapkınlığı niteliği taşıyan hareketlerin devrimci niteliği gene de göreli oldu. Onların dinsel çerçevesi, yığınların savaşımının anti-feodal eğilimini zayıflatıyor ve feodal düzenin egemenliğine karşı protestolarının etkisini sınırlandırıyordu.

28 Ekim 2014 Salı

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM - FEODALİTENİN DAĞILIP PARÇALANMA ÇAĞI

(KAPİTALİST İLİŞKİLERİN DOĞUŞU) 

FEODAL üretim tarzının bu karakteristik yönleri, ortaçağın üçüncü ve son döneminde de önemlerini korudular. Ama kapitalist ilişkilerin doğuşu, onlara önemli değişiklikler getiriyordu. Her ne kadar kapitalist üretim tarzının ilk öğeleri, İtalyan sitelerinde, daha 14. ve 15. yüzyıllarda ortaya çıktılarsa da, ortaçağın son dönemi, 16. yüzyılda başladı. 

1. EKONOMİDE DEĞİŞİKLİKLER

Ortaçağın tam bu döneminde üretici güçlerin gelişmesi öyle bir düzeye vardı ki, kapitalist ilişkiler, feodal ekonominin bağrında, bütün toplum ölçüsünde boy vermeye başladı. Bu olay, iki yeni sınıfın, üretim alet ve araçlarına sahip bulunan burjuvazinin ve bu araçlardan yoksun ve bu yüzden de kendi emek-gücünü kapitaliste satmak zorunda olan ücretli işçilerin, proletaryanın ortaya çıkmasına bağlıydı. Kapitalist, ücretli işçiyi, kendisinin ve ailesinin geçimini sağlaması için gerekli olandan daha fazla çalışmaya zorluyordu. Bu fazla çalışmadan, patronun kendisine malettiği bir artı-değer ortaya çıkıyordu. Patronun bu artı-değere elkoyması, aynı zamanda, kapitalizmin temel yasasını ve bu düzendeki sömürünün özgül biçimini meydana getirir. 

ÜRETİCİ GÜÇLERİN VE TOPLUMSAL İŞ BÖLÜMÜNÜN GELİŞMESİ

Üretici güçlerin gelişmesi, feodal biçimlenmenin bağrında kapitalist yapının doğuşunun birinci koşulu idi. 

Sudolabının devindirici güç olarak kullanılışı, ta kölelik zamanından beri biliniyordu. Ama o zaman, sudolabının kendisi, akıntının içine yerleştiriliyordu. 14. yüzyıldan başlayarak, suyun düşmesi ile devindirilen kanatlı çarklara başvurulmaya başlandı. Böylece dolabın verimi büyük ölçüde artıyordu. Sudolabı, artık, çeşitli üretim dallarında kullanılıyordu. 

15. yüzyılda, yüksek fırınların icadından sonra, yetkinleştirilmiş bir sudolabının yardımıyla, mekanik körükleme üretime sokuldu. Eskiden el körükleri, madeni, ancak macun gibi bir kıvama getirebiliyordu. Şimdi madenler sıvı duruma getirilebiliyordu; bu da madenlerin dökümüne olanak sağlıyordu. Çelik imaline başlandı. Bütün bunlar, aletlerin ve avadanlıkların yetkinleşmesini sağladı. Çıkrıklar, tornalar, perdahlama, aletleri, delgi makineleri ortaya çıktı. Basit mekanizmalar, maden sanayiine uygulandı. Dokuma sanayiinde, düşey doğrultudaki ilkel dokuma tezgâhları, gitgide yerlerini daha yetkinleştirilmiş yatay tezgâhlara bıraktılar. 

15. yüzyılda, zemberekli cep saatleri, 12. yüzyıldan beri kullanılmakta olan duvar saatlerinin yerini aldı. 

Madenî parçalar, gemi yapımının yetkinleşmesini ve uzun yolculuklara elverişli büyük tonajlı gemilerin denize indirilmesini sağladı. Pusula son derece yetkinleştirilmişti. Matbaa icat edilmişti. 

Tarımda da, üretici güçler, iş aletlerinin iyileşmesi sayesinde gelişiyordu. Ama burada ilerleme, sanayide olduğundan daha yavaştı. Gene de tarlaların verimi ve buğday tarlaları gittikçe genişliyordu ve çiftlik yöntemleri yetkinleşiyordu. O çağda yaygın olan üç yıllık almaşık ekim yanında, daha uzun süreli almaşık ekimler de kullanılır oldu ve dinlendirilmeye bırakılan tarlalar üzerinde ot yetiştirilmesi ortaya çıktı. 

Kentlerin demografik ilerlemesi, zahire talebini artırıyordu. Bunun yanısıra, sanayiin hızla ilerleyişi, yün, deri, keten, kenevir ve başka sanayi bitkilerine olan gereksinmeyi artırıyordu. 

Ortaçağın son döneminde, hayvancılık, bahçıvanlık, sebzecilik, bağcılık ve şarap üretimi, büyük bir yol aldı. 

Çeşitli bölgelerin ve ülkelerin uzmanlaşması daha çok gelişti. Geniş ticarî tarım bölgeleri ortaya çıktı. Hollanda, süt veren ineklerin yetiştirilmesinde ve süt ürünleri ticaretinde uzmanlaştı. İspanya'nın bazı bölgeleri, yalnız merinos koyunlarının yetiştirilmesine ve yün satımına vb. ayrıldı. 

Tarım ve sanayideki ilerlemeler, üretimin bu dalları arasındaki uçurumu daha çok derinleştirdiler ve yeni sanayi kesimleri doğurdular. Toplumsal işbölümü, meta-para ilişkilerini ve ticaret bağlarının yayılmasını hızlandırarak devam ediyor. Pazarlar, giderek bütün ülkeye yayılmak üzere, bölgesel çerçeveden taşmaya başlıyorlar. 

Ticaretin bu koşullar içinde gelişmesi, küçük üretimin dağılıp parçalanmasına ve kapitalist ilişkilerin ilk öğelerinin doğuşuna katkıda bulundu. 

SERMAYENİN ORTAYA ÇIKIŞININ TARİHSEL KOŞULU, İLKEL BİRİKİM

Ticarî amaçlarla yapılan üretimin nispeten yüksek olan düzeyi öyle oldu ki, büyük servetler, bazı kişilerin, tacirlerin, tefecilerin vb. elinde toplandı. Bu, sermayenin ortaya çıkışının önkoşullarından biri oldu. İkinci elverişli koşul, kişisel olarak özgür, ama üretim araçlarından ve bu yüzden geçim aracından da yoksun bireyler yığınının varlığına bağlıydı. Bu olay, feodal soylular ve doğmakta olan burjuvazinin, emekçi yığınları zorla mülksüzleştirmelerinden ileri geliyordu. Bütün bu olaylar, sermayenin ilkel birikiminin özünü oluştururlar. Ama bu olayın somut gidişini inceleyebilmek için, kapitalizmin daha önce ortaya çıktığı ve bütün öteki ülkelerden daha fazla yayıldığı 16. ve 17. yüzyıl İngiltere'si örneğine başvurmak daha iyi olur. 

16. yüzyılın İngiltere'si, üç-üçbuçuk milyon nüfuslu, nispeten küçük bir devletti. Ama işte tam o sıralardadır ki, Büyük Britanya'yı üç yüzyılda dünya ölçüsünde güçlü bir devlet, en sanayileşmiş ülkelerinden biri durumuna getiren İngiliz ekonomisinin ileri atılımı başlamıştır. Kapitalist sanayi ve tarım, İngiltere'de, 16. yüzyıl ile birlikte hızla ilerlemeye başladı. İngiltere'de, ekonominin kapitalist biçimleri, başka ülkelerden daha geniş, daha çabuk bir biçimde gelişiyordu. 

BASİT KAPİTALİST ELBİRLİĞİ VE MANÜFAKTÜR

Sanayide kapitalist üretimin gelişmesinin ilk evresi, basit elbirliği oldu. Elbirliği, her zaman aynı, ama boyutları genişlemiş zanaat atelyesi idi. Artık ücretli işçi haline gelmiş olan çok sayıda üretici, doğrudan doğruya kendi hesabına değil, çoğu kez tacir, aracı, tefeci ya da zenginleşmiş zanaat ustası olan bir kapitalist girişimci hesabına çalışıyorlardı. Bu kapitalist atelyelerde henüz işbölümü yoktu, işçilerin hepsi aynı işlemi yapıyorlardı. Bununla birlikte, elbirliği, emeğin bir hayli tasarrufunu sağlıyor ve emeğin üretkenliğinin artmasına yardım ediyordu. Emek üretkenliğinin bu artışı, kapitalist işverenin zenginliğini yaratıyordu. 

Manüfaktür, işbölümü üzerine kurulu kapitalist elbirliği, Kapitalist üretimin gelişmesinde bundan sonraki adımı gösterir. Burada da, gene bir zanaat tekniği kullanılıyordu. 

16. yüzyılda, İngiliz sanayiinin bütün dallarında, özellikle kumaş üretiminde, büyük değişiklikler oldu. Kentlerdeki zanaat loncalarının kendi alanları dışına taşmaları yüzünden konan sınırlamaların kalkması sonucunda, kumaş üretimi, kırlarda yapılmaya başladı. Kırsal dokumacılar, tarımla birlikte dokuma işleri ve iplikçilik gibi bazı zanaatları da yapıyorlardı. Tacirler, tefeciler, küçük zanaatçı girişimciler, kır zanaatçılarının ürünlerini satınalırken, onların pazardan uzak ve para sıkıntısı içinde oluşlarını kötüye kullanıyor ve bundan kendilerine yarar sağlıyorlardı. 

İkinci elden satıcılar, fiyatları, kendi keyiflerine göre saptıyorlar, zanaatçılara kredi ile hammadde ve alet sağlıyorlardı. Böylece başlangıçta birer aracı olan bu alım-satımcılar, sonunda, iş dağıtıcısına dönüştüler. Aslında, daha önce bağımsız olan zanaatçılara düşük bir ücret ödeyen birer küçük kapitalist girişimci haline geliyorlardı. Başlangıçtaki basit kapitalist elbirliğine oranla bu ilişki, gene el emeği üzerine kurulmuş yeni bir kapitalist işletme tipiydi. Bu yeni işletmeler, manüfaktür (Latince, manus, "el"; facere, "yapmak" sözcüklerinden gelir) adını alıyordu. Bu tür manüfaktürler, daha çok tacirler tarafından kuruluyor ve bunlara dağınık manüfaktürler deniyordu. Bu durumda, doğrudan üreticiler, atelyelerde değil, evlerinde çalışıyorlardı. 

Ama manüfaktür örgütlemesinin bir başka yolu daha vardı. İşveren, gerekli aletleri, avadanlıkları ve hammaddeleri satınalıyor, birçok ücretlinin çalıştığı geniş atelyeleri kuruyordu. Buna da, merkezileşmiş manüfaktür deniyordu. 

Bu ikinci yol (üretimin bir merkeze bağlanması), oluşum halinde bulunan kapitalist ilişkilerin ilerlemesi için üstünlükleri sözgötürmez olan olanaklar yaratıyordu. 

KÖYLÜLERİN ZORLA MÜLKSÜZLEŞTİRİLMESİ

Sanayideki değişiklikler, bütün İngiliz toplumu için çok büyük sonuçlar doğurdu. 

Kapitalist dokuma sanayii, zanaatçı üretimin gerektirdiğinden çok daha fazla yün ve el emeği gerektiriyordu. Artık koyun yetiştirmek kârlı bir iş olmuştu. Ama büyük sürüler geniş otlaklar istiyordu. Oysa elverişli toprakların çoğunluğunu küçük köylü işletmeleri oluşturuyordu. 16. yüzyılda, toprakları üzerinde çoktan beri koyun yetiştirmekte olan İngiliz feodal senyörleri (landlord'lar), işletmelerinden köylüleri kovmaya ve onların ellerindeki tarlalara zorla elkoymaya başladılar. Bu zorunlu toplu olarak göç, olağanüstü bir durum aldı. Ülkenin geniş bölgelerinde insan kalmadı. İngiliz hümanisti Thomas Morus, ünlü yapıtı Utopie'da, bu konuda şunları yazıyordu: Burada koyunlar, insanları parçalayıp yediler. Mülklerinden edilen, topraklarından kovulan, her türlü geçim araçlarından yoksun köylüler, kapitalist manüfaktürlere bağlanacak duruma geldiler. Şunu da söylemek gerekir ki, feodal otoriteler, yürüttükleri amansız "serseri" avı ile, hele "kandökücü mevzuat" adı takılan barbar yasalar ile bu işe ellerinden geldiğince yardım ettiler. 

Fransa'da olduğu gibi Hollanda'da da köylülerin zorla mülklerinden edilmeleri, ilkel sermaye birikimine yolaçtı.

KAMU BORÇLARI VE HİMAYECİLİK

Öteki yöntemler arasında, kamu borçları da yer alıyordu. Devlet, orduyu ve yönetim aygıtını iyi halde tutmak için hep para peşindeydi, Her zamanki vergiler yeterli olmuyordu. Bu yüzden, feodal hükümet, (özellikle Fransa'da) tacirlerden ve tefecilerden sık sık borç alıyor ve sonra bunu, büyük faizlerle ödüyordu. 

Öte yandan, feodal hükümet, ilkel birikime himaye sistemi ile de yardımcı oluyordu. Fransa'da, daha sonra İngiltere ve Hollanda'da, hükümetler, yabancı kökenli mamullere çok yüksek vergi koyuyorlar, ve buna koşut olarak, yerli hammaddelerin ve zahirenin dışarı satılmasını yasaklıyorlardı. Ülkelerinin tacirlerine ve girişimcilerine yardımlar, primler ve başka yararlar sağlıyorlardı.